SINIRBOZAN
MEVZUBAHİS VATANSA GERİSİ TEFERRUATTIR  
  ANASAYFA
  ATATÜRK
  GİDİLEMEYEN TOPRAKLAR -1-
  GİDİLEMEYEN TOPRAKLAR -2-
  GİDİLEMEYEN TOPRAKLAR -3-
  GİDİLEMEYEN TOPRAKLAR -4-
  BERİVAN
  ŞEHİT UZM.J.ÇVŞ. İBRAHİM ARMUT
  GAZİ ALBAY TAHİR ÇEBİ
  TÜRK SANCAĞI
  ŞEHİTLERİMİZ
  RESİMLER
  KİMİN İDAMI
  YILANIN KUYRUĞU
  ORADAYDIM
  ŞEHİT BABASI
  Sayaç
  ANKET
  ZİYARETÇİ DEFTERİ
  İletişim
  ILGIN ŞEHİT HÜSEYİN AKSOY LİSESİ
  DİYARBAKIR
  UYDUDAN
  KARADAĞLI
  SU HAYATTIR, HAYATTA SU.
GİDİLEMEYEN TOPRAKLAR -3-

''METİNA DAĞINDA KANLI PUSU''

                11.10.1997 günü Saat 12.00 sıralarında iki B timi Metina dağlarının kuzey yamaçlarında, dere yatağında arama yapan timlerin emniyetini alıyorduk. Metina Dağı ile Türkiye sınırı arasında boş bir köyde, C timleri arama-tarama faaliyeti icra ediliyordu. Aramada bulunan çay ve şekerin peşmergelere teslim edildiğini telsiz anonslarından takip ediyorduk. Operasyon bölgesinin en güney ucundaydık. Bir elimiz tetikte mevzilenmiş her an bir kayanın arkasından ateş edilmesini veya üzerimize roket atılmasını bekliyorduk. Ancak herhangi bir ateş açılmadı ve herhangi bir görüntüde alınmadı. 

Özel Harekât Grup Komutanı bulunan 5000 uçaksavar mermisinin Bulunduğu bu bölgede yüksek bir kesimde uçaksavarın kendisinin de saklanmış olabileceğini, bunu bulmamız gerektiğini onun için arama tarama alanını genişletmemizi istedi. 

Bölük komutanı telsizden, Peşmergelerin yüksek arazi kesimlerinden batıya doğru ilerleyerek, zirve hattına yakın bölümlerde emniyet almalarını, bizim timlerinde dağın eteklerinden, aşağıda dere yataklarında ve boş köylerde arama yapacak C timlerinin emniyetini almamızı bildirdi. 

Peşmergelere tercüman aracılığı ile durumu bildirdik. Sanki biz tersini söylemişiz gibi aldırış etmeden kendilerinin böyle bir görevinin olmadıklarını beyan ederek geri çekildiler. Peşmergelerin bu tutumlarını Grup Komutanına ve Bölük komutanına bildirdik. Onlarda arama yapan unsurların emniyetinin bizim timler tarafından sağlanacağını, bulunduğumuz yerden, doğudan batıya doğru doğru hareket etmemizi ve ilerlememizi bildirdiler. 

Tim Komutanları ve Unsur Komutanları olarak kendi aramızda yaptığımız kritik sonunda, yapılacak hareketin riskli olduğunu değerlendirdik. Yaptığımız değerlendirmeyi Tim komutanları Bölük komutanlarına telsizden bildirdi. Bölük komutanının telsizden verdiği ‘Haftanine Kadar gideceksiniz’ emri, kesin, net ve anlaşılırdı. Bu emrin askerlikte ‘emir veriyorum gerekirse öleceksiniz’ olduğunu hepimiz biliyorduk. 

Yapılan telsiz konuşmalarından sonra, tereddüt etmeden iki B timi toplam 22 kişi (Bir tim 16-17 kişiden oluşur ancak operasyon devam süresince yürüyemeyecek kadar hastalanan ve sakat kalanları üs bölgesinde emniyet için bırakmıştık.) Emredilen sarp kayalara tırmanmaya başladık. 

B timleri Subay, Astsubay, Uzman Jandarma ve Uzman Erbaşlardan oluşuyordu. Gruptaki Uzman Erbaşları sayısız sınır ötesi harekata katılmışlar, bu yerlerde gözü kapalı gezebilecek kadar buralara gelip gitmiş, sayısız çatışmalara girmişlerdi. 

 

Atılan her merminin hangi silahtan çıktığını bilen, tükendikleri yerde tekrar sıfırdan başlayan kahramanlardı. Sanki yeni operasyona çıkmış gibi zinde hareket ederler, duruşlarıyla herkesi kendilerine hayran bırakırlardı. Bütün bunların yanın da klasik askeri disipline pek uymazlardı. Kendilerini her zaman zor arazi ve savaş şartlarına alıştırmışlardı. Onlarla olduğumda ne dağlar nede sınırlar bize vız gelirdi. Bizim timin adını Adını ‘sınırbozan’ koymuştuk. 

  

  

Dağların zirvesine göre yamaçlardan ve mahkûm arazi kesiminden kendi emniyetimizi alıyor, hem de aşağıda arama yapan unsurların emniyetini alıyorduk. 

İlerleme istikametimizde ve yakınımızda yerleşim yeri yoktu. Aşağıda düzlükte boş köyler vardı. Bu köyler C timleri tarafından aranıyordu. Bu tepeler halk tarafından 5-6 senedir, beklide daha uzun bir süredir kullanılmıyordu. Ne çevrede köy vardı, nede hayvan otlatan çoban. PKK terör örgütü bu bölgede halkın yaşamasına izin vermezdi.  

 

                                      Hakkâri-Şemdinli 1999

 

 

 

 Çok yoğun ve taze insan izleri vardı. Sonbaharda yağan yağmurlardan dolayı yeşeren otlar ezilmiş, kırılmış daha sararmamıştı. En fazla bir günlük izler vardı. Ayak izlerinden patika oluşmuş, ayakkabının toprakta bıraktığı izler yıpranmamıştı. Kalabalık bir terörist grubunun bölgede olduğunun emareleriydi. İlerleme istikametimiz operasyon bölgesinin dışındaydı. Oysa bize söylenene göre teröristler zap kampından çıkmışlardı. Biz onları doğudan bekliyorduk. 


Hem ilerliyor hem de hakim arazi kesimlerini ve zirveleri gözetliyorduk. Yürüdüğümüz alan sarp kayalık aynı zamanda sık meşelik bir alandı. Kısmen örtü gizleme sağlıyordu. İlerlemeyi zor yapıyorduk. Bazen tırmanıyor bazen de, geçiş olmadığı için tırmandığımız yerden geri iniyorduk. Arazi daha sarp ve zor olmaya başladı. Bazen yardımlaşmadan tırmanamıyorduk. El ele verip kayaları tırmanıyorduk.

Üs bölgesinde 3-4 km kadar uzaklaşmış, arama yapan unsurlarla da göz temasını kaybetmiştik. Telsizle temas kuruyorduk. Yürüdüğümüz arazi çok sarp ve ıssızdı. Bir dağ silsilesini bitirmiş başka bir yamaçtan diğer dağın yamaçlarına süzülüyorduk. Bir anda kayalık bir sırta girdik sırt geçit vermedi. Tırmanarak zirveye yöneldik. 

Aşağı sarksak bayağı mahkûmda kalacaktık. Kayalığa tırmanıştan sonra nefes nefese kaldık. Kayayı tırmanan ilk düzlükte, bir ağacın dibine, yada bir kayanın kovuğuna oturuyordu. Kimi suyundan bir yudum aldıktan sonra elinin tersiyle alnının terini siliyordu. Ben öndeki üç kişiyle biraz daha ileri gidip bir ağacın dibine kendimi bıraktım. O kadar yorulmuşum ve nefes nefese kalmıştım ki bir soluk bir soluk daha derken kendime gelmeye nefesimi toplamaya çalışıyordum. Bir elimde G 41 piyade tüfeği vardı. Diğer elimle hücum yeleğimin arka cebinden su şişesini çıkardım. Şişenin dibinde kalan son damla suyu içtim.

 

 

Diğer Timden Hüseyin Astsubay ile Erol Uzman Çavuş yanıma geldiler, oturdular. Hüseyin Astsubay hem hemşerim hem de okuldan devre arkadaşımdı. Hüseyin Astsubayın ilk doğu görevi, ilk operasyonuydu. Birliğe yeni atanmış meyil izninde düğün yapmış, evini tutmuş ancak eşyasını evine yerleştirmek nasip olmamıştı. Grup komutanı ‘bu operasyona gelsin bir sonrakine götürmeyiz’ demişti. Biz operasyonda iken yapılan ikmallerde kardeşinden gelen mektupta, kardeşinin evini yerleştirdiğini öğrenmiş ve çok sevinmişti. Üç erkek kardeşti. Kardeşinin biri Diyarbakır’da başka bir birlikte Astsubaydı. En küçük kardeşi de Uzman Jandarma Okulunda öğrenciydi.

Erol Uzman çavuş Zonguldaklıydı. Henüz bir yıllıktı. Ama sayısız operasyona katılmış hep başarılı olmuş, disiplinli tertemiz pırlanta gibi bir Anadolu çocuğuydu. Nişanlıydı, ilk izinde evlenecekti. İkimizde Evlilik planları yapıyorduk. O zamanlar bende nişanlıydım. Sohbetin konusu operasyonun ne zaman biteceğiydi. Çünkü 23 gündür arazideydik, artık bir süre dinlenmeye, en azından bir Karakola çekilip temiz bir banyo yapmamız gerektiğine inanıyorduk. Bütün bunları kendi aramızda konuşuyorduk. Operasyon dönüşünde Diyarbakır’da, Dağkapı semtinde, surların dibindeki Kebapçılardan, ciğer kebap yemeyi planlıyorduk.

Tim Komutanları telsizden grup komutanına durum raporu verdiler. Bu şartlarda, bu arazide yürümenin imkansızlığını tekrar bildirdiler. Anacak ilerlememiz istenmişti. Diğer tim komutanı bu duruma kızarak artık buradan sonra yürüyemeyeceğini gerekirse kendisinin Divan-ı Harbe verilmesini, birazda sitem ve isyan ederek söyledi. 

Bizim Tim komutanı yüksek bir ses tonuyla ‘Efe 40 unsuru kalksın ve devam etsin’ dedi . Bundan sonra kalan noktaya 6 kişilik bir timle gidecektik. Disiplin ‘kanunlara nizamlara ve emirlere mutlak itaat astın ve üstün hukukuna riayet etmekti.’ Bu emirin ne anlama geldiğini hepimiz biliyorduk. 

Elimdeki silaha dayanarak, hızlı bir şekilde oturduğum yerden kalktım. Bizden birkaç metre ötede zirvelere doğru mevzi alarak bekleyen Adanalı İdris Mirik Onbaşıya doğru ya bir adım, yada iki adım atmıştım ki, ortalık cehenneme dönmüştü. Silah sesleri roket patlamaları dağlarda yankılanıyordu. Havayı kesif bir barut kokusu sardı. 

Ani bir refleksle kendimi geriye doğru attım. Adeta uçarak havada birkaç yuvarlanmadan sonra bir kayanın arkasına düştüm. Yere düşerken diz kapağımı bir kaya ya çarptım. Acıyla karışık küfrü bastım. Canımın yandığını ve yaralandığımı düşünen Tayfun Astsubay ‘ne oldu Süleyman bir şeyin var mı?’ diye sordu. ‘yok komutanım dizimi kayaya çarptım’ dedim. 

Her yerden, her kayanın arkasından, her ağacın dibinden her kovuktan üzerimize ateş açıyorlardı. Kafamızı kaldırmaya fırsat vermiyorlar, mermiler sağımıza, solumuza düşüyor, kurumuş topraktan toz parçaları kaldırıyordu. Her merminin yere değmesini toprağa saplanmasını gözlerimizle görüyorduk. Üzerimize atılan roketler, yukarıda havada patlıyor, yada yakınlarımızda bir kayada patlıyordu. Roket patlamalarından kulaklarımız neredeyse sağır olacaktı. Ortalığı barut kokusu sarmıştı. 

Yer yarılsa yerin içine girecektik. İlk ateşin şokunu atlattıktan sonra çevreme ve bulunduğum yere baktım bir kayanın arkasında Tayfun astsubay ben ve Bülent astsubay mevzilenmiştik. Ancak kafamızı kaldırmaya fırsat vermiyorlardı. Aynı zamanda telsizden Grup Komutanına ateş altında olduğumuzu bildiriyorduk. Grup komutanı olası helikopter isteğine karşı yerimizi öğrenmeye çalışıyor, bulunduğumuz yerin tam koordinatını öğrenmek istiyordu. Ancak telsiz çağrılarına cevap vermek yerine, açılan ateşlere karşılık vermeye çalışıyorduk.

 

 

                                                                              K.Irak                                            

Elim tetikte sağa sola ateş etmeye başladım. İlk ateşin şokunu atlatınca, etraftaki arkadaşlarda bulundukları yerden hakimlere ve ormanlık alana ateş etmeye başladılar. Bir kişi ateş edince kendimize güvenimiz gelirdi. Ben ve birkaç arkadaş ateş etmeye başlayınca teröristlerin etkili ateşleri azaldı, bu sırada manevra yapma imkanı bulduk. Bulunduğumuz kaya bizi fazla korumuyor üç kişi sıkışıp kalmıştık. Yoğun ateş yiyorduk. Biran önce buradan kurtulmanın yollarına bakıyordum. Çevreyi kontrol ettikten sonra ateş altında en yakın bir kayanın arkasına mevzilendim. 

Tayfun Astsubay aşağı doğru sarktı. Bulunduğum kayalığa Bülent Astsubayda geldi. Eski yere nazaran burası biraz daha koruyordu Hem de sevk idare bakımından elemanlarla göz temasımız vardı. Bize ateş eden ve bizden daha yüksek tepeciklerde mevzilenmiş teröristlere rahat ateş imkanı veriyordu. Tepelere doğru tek tek ateş etmeye başladım. Her ağacın dibine, her kayanın kovuğuna muhtemel hedef noktalarına bazen tek tek, bazen de darbeler halinde ateş ediyordum. 

Teröristlerin İlk ateşinden sonra bulundukları yerden ayrılmayan, muhtemelen ilk mermilerin isabet ettiği Hüseyin astsubay ve Erol Uzman çavuş ağacın altında öylece kalmışlar yana yıkılmışlardı. Kıpırdamıyorlardı. Üç metre mesafedeydik ama yanlarına gitmemize izin vermiyorlardı. Yaralılarla bizim bulunduğumuz yere yoğun ateş açıyorlar, onlara yaklaşmamıza izin vermiyorlardı. Hüseyin’le Erol açıkta kaldıkları için mermi yemeye devam ediyorlardı. İlk ateşte bir tim komutanı ve bir unsur komutanı şoka girmişlerdi. Şokun etkisi ile ağlamaya başlamışlardı. Yaralılara yardım etmemiz ve oradan çekmemiz lazımdı. Ancak öyle bir yoğun ateş altındaydık ki bulunduğumuz sütreden başımızı bile kaldıramıyorduk. 

İdris’le beraber ateş yoğunluğunu artırdık. Yanımıza Sedat’da geldi. Sedat’da toplu bombaatar silahı vardı. O silahın etkili atışıyla en azından yaralılarımızı emniyetli bir bölgeye alabilecektik. Sedat silahını kurdu, atışa hazır hale getirdi. Bu Silah İngiliz yapımı MGL bomba atarıydı. Görünmeyen hedeflere 300 – 350 metreden bomba atıyordu. El bombasının atılamadığı uzak alanları bu silahla baskı altına alıyorduk. Özellikle gece sızma girişimlerinde etkili kullanılıyor ve çok faydasını görüyorduk. 

Sedat’a ilk atışını güneyimizdeki hakim noktalarda kalan yumurta şeklindeki tepeciklerin zirve noktalarına ve kayalık alanlara 30 - 40 metre aralıklarla yapmasını istedim. Sedat’ın rahat ateş edebilmesi için İdris’le beraber tepelere yoğun ateşe başladık. Sedat rahat bir şekilde tam da istediğimiz noktalara atışını yaptı. Bombalar ardı ardına tepelerde patladı. Beyaz bir duman çıkardı. Biraz daha kendimize güven geldi.

 

  

 

 

Hakurk  Kampı (K.Irak)

 

Arkamızda kalan yaralılarımıza da diğer tim elemanlarının yaklaştığını ve çekmeye çalıştıklarını gördüm. Etkili atışa devam edersek yaralılarımız çekilecek bizde pusudan sıyrılmayı deneyecektik. 

Pusunun tam ölüm merkezinin içindeydik. Bir pusuda, ölüm merkezi içerisinde kalanların tamamı imha edilirdi. Bütün ağır silahlar bu noktaya çevrilirdi. Bu hengamede, ölüm merkezinde yaşamanın yollarını ararken, aynı zamanda bu bölgeden yaralılarımızı da çekip kurtulmak lazımdı. Tüm imkânlarımızla, soğukkanlılıkla ateş üstünlüğünü ele geçirip, topluca imhadan kurtulmamız gerekiyordu. Bize en yakın dost unsurlar mahkûmda kalmış, biz ise dost birliklerle, teröristlerin arasında ve de teröristlerle içi içeydik. 

Bütün silahları sesinden tanırdık. Kaleşnikofun sesini, Biksinin sesini ayırt edebilirdik. Atışların çok yakından yapıldığını hissediyorduk. Etkili gözetleme yapamadığımızdan ateş edilen yeri tam göremiyorduk. Hilal şeklinde bir pusunun ortasında tahminen teröristlere, yer yer 10 - 20 metre mesafedeydik. Bize yakın Timlerin ateş desteği yapması durumunda, ateşlerinden etkilenmemiz söz konusuydu. Zaman zaman ateş desteği istediğimizde, onlardan açılan ateşin bizleri baskı altına aldığını görüyor derhal ateşi kestiriyorduk. 

Bizi bekliyorlar ve ona göre mevzilenmişlerdi. Çekilme istikametimize devamlı roket atışı ve makineli silahları kullanarak, geri çekilmemizi engellemeye çalışıyorlardı. Bu süre zarfında ölmeyi düşünmekten değil de, ailelerimize şehitlerimizin bile gidemeyeceğini düşünüyor hiç değilse şehit olduktan sonra bile teröristlerin eline geçmemek için son mermiye kadar çatışmayı, bu arada yardıma gelecek Süper kobra helikopterlerinin desteğinde Şehitlerimizin alınacağını düşünüyordum. Cephaneyi tasarruflu kullanmaya çalışıyordum.

Hüseyin’in başı yana düşmüş gözleri açıktı. Mavi gözleri bana bakıyordu. Artık kımıldamıyordu. Sanki yorulmuş uykuya dalmak ister gibiydi. Elindeki silahı sıkı sıkı kavramış, cansız ifadesiz kımıldamadan son görevini icra ediyordu. Arkasında kalanlara bir mesaj veriyor, şehitliğin onuru ile yüzü nurlanıyordu. Hayata hiç direnmedi sessizce geldi sessizce gidiyordu. Maviydi gözleri çakmak çakmak bakardı. Takılı kalan gözleri ile sanki bana bir şey demeye çalışıyordu. Anasına, babasına, kardeşlerine, sevdiklerine beklide son bir şey söylemek istiyordu. 10 dakika önce kurduğumuz hayallerini benim yaşatmamı ister gibi bakıyordu. Yeni evini bile göremeyecekti. Arkasında iki asker kardeş, bir nazlı eş, gözü yaşlı bir ana bir baba bırakarak gidiyordu. Hiç kanının aktığını görmedim. Sanki Irak topraklarına kanını vermek istemiyordu. Direniyor, hayata tutunmaya çalışıyordu. Nutkum tutulmuş boğazlarım kurumuştu. Onu oradan nasıl kurtaracağımı düşünüyordum. Benden başka sanki herkes ağlıyor, ağaçlar, kuşlar toprak silahlar bile ağlıyordu. Ama ben ağlayamıyordum. Ağlamak istiyordum, ağlayamıyordum.

Erol kımıldıyordu. Yaşama tutunmaya çalışıyordu. Canlıydı bedeni titriyordu. Beklide düğün hazırlıklarını hayal ediyordu. Vücudu sarsılıyor, ayakları kımıldıyor ama konuşamıyordu. Aldığı mermi yarası nedeniyle alnından süzülen kan toprakla kucaklaşıyordu. Dedeleri ona Çanakkale’de, Afyon Kocatepe’de, Kars Sarıkamış’ta rezervasyon yaptırmış, onu bekliyorlardı. Nişanlısını görüyordu belki, yarım kalan hayallerini, umutlarını, anasını, babasını, kardeşlerini dünya gözüyle son kez hayal ediyordu. Belki oda onlara ne çok sevdiğini söylemek isterdi son bir kez kim bilir. 

Hem kalleşlere ateş ediyor hem de kurtarma harekâtını gözlemliyordum. Tayfun Astsubay Erol’u sırtına aldı. Gözleri nemlenmişti. Çaresizdi. İstese dağları delerdi onu yaşatmak için. Erol’u o yetiştirmiş, her türlü zorlu görevi birlikte tamamlamışlardı. Tayfun Astsubay ölümü göze alarak mermi yağmurunun altında, babanın evladını sırtladığı gibi sırtladı onu. Erol anlamıştı, konuşamıyordu. Erol son kuvvetiyle vücudunu kasıyor, elleriyle Tayfun astsubayın yüzünündeki kirli sakalları okşuyor seviyordu onu. Vücuduyla konuşuyor dili dönmüyordu. ‘Kurtar Beni Komutanım, Sevdiklerim var’ diyordu elleriyle. Umudu vardı yaşamaya. Yarınları görmeye umutluydu. Gençti daha 24 yaşındaydı.

Yaralı ve şehidimizin, ölüm bölgesi içerisinden, daha emniyetli, daha az ateş tutan bir bölgeye çekildiğini gördüm. Bulunduğumuz alana helikopterin  inmesinin imkanı yoktu. Emniyetli bir bölgeye kadar sırtta taşımamız gerekiyordu. Taşıma hazırlıkları devam ederken teröristlerle karşılıklı ateşimiz devam ediyor. Zaman zaman çok yoğun ateş ederek bizleri yıldırmaya çalışıyorlardı. 

Sedat’a ne kadar bomba atar mermisi kaldığını sordum. ‘20 tane kaldı komutanım’ dedi. Silahını bir daha doldurmasını, yumurta şeklindeki tepeciklere ve kayalıklara tekrar bomba atmasını istedim. 

Sedat normalde her operasyonda 40 mermi taşırdı. Demek ki şimdiye kadar mühimmatın yarısı kullanmıştı. Silahını doldururken rahat nişan alabilmesi için İdris’le tekrar darbeli olarak ateşe başladık. Sedat’ın son pozisyonunu görmek için baktım, silahını kuruyordu. Tekrar ateş etmek için nişan aldım tetiğe dokunmamla birlikte, bulunduğumuz kayalıklara roket mermisi isabet etti. 

Çok şiddetli bir patlama, basınç, ve sıcaklık pozisyonumu bozmuştu. Bir anda patlamanın meydana getirdiği basıncın etkisiyle sendeleyerek geriye doğru sırt üstü düştüm. Sedat ise hemen arkasındaki meşe ağaçlarının arasına yuvarlandı. Tekrar doğruldum ve ateş etmek için kayaya vücut ağırlığımı verdim. Bu arada Sedat’a baktım, alnında iki kaşının ortasından adeta kan fışkırıyordu. 

Sedat kafasından yaralandığını görünce rengi attı. Edirneliydi, sarışındı. Sarı rengi buğday sarısına dönmüştü. Vurulduğunu anladı. Silahını yere bıraktı. Bir eliyle yaraya baskı uyguluyordu. Kan tazyikli bir şekilde akıyor sanki durmayacak gibiydi. Koluna girdim ‘ Sedat merak edecek bir şey yok sadece bir sıyrık var’ dedim. Yanımıza yardıma gelen devrem diğer timin unsur komutanı da olan Abdullah EROL Sedat'ın yarasını harp paketi ile sardı. Abdullah'ta isabet almıştı. Fakat kolunda küçük bir şarapnel yarası vardı. O çatışmaya deva etti. Sedat'ında diğer yaralıların yanına gitmesini istedim.

Halsizleşmiş, canım dermanım kesilmiş, soluk alamıyordum. Tetiğe bastığımda tetiği ezmeye gücüm yetmiyordu. Artık gücüm kalmamıştı. Elimdeki silahı taşımakta güçlük çekiyordum. Roketin meydana getirdiği basıncın etkisinden olduğunu düşündüm. Sonra bir anda, hücum yeleğimin arka kısmında taşıdığım ve gece mevzilerin önlerini tuzaklamak için kullandığım C 4 ve TNT kalıplarıyla, el bombalarının, patlamadan etkilenip etkilenmediğini kontrol etmek istedim. Tüfeği sağ elime alıp sol elimle önce el bombalarını yokladım. İkisi de sağlamdı. Biraz rahatlamıştım. Tekrar eteş etmek için tüfeğin kundağını kavrayacağımda sol elimin avuç içinde kan gördüm. 

Önce Sedat’tan bulaşmış olabileceğini düşündüm. Sonra bir hamlede sol elimi hücum yeleğimin altından soktum. Yeleğin alıtında operasyon boyunca giydiğim yeşil tişörtü yokladığımda, tişörtün ıslandığını fark ettim. Bende isabet almıştım. Muhtemelen nişan aldığım esnada sol koltuk altımdan vücuduma giren şarapnel parçalarının hedefi olmuştum. Artık nefes almakta güçlük çekiyordum. Cesaretimi toplayıp yarama bakamadım. Sadece elimle tişörtü yokluyor kanama durumunu kontrol ediyordum. Yaranın büyük olabileceği ve iç organlarımın dışarıya çıkabileceğini düşünüyor, gerçeklerden kaçmaya çalışıyordum, yarama bakamıyordum.

İnsan böyle bir durumla karşılaştığında nasıl bir duygu ve düşünce içerisinde olabilirdi. Yorgunluk bir tarafta, vatan topraklarından uzak, aileden sevdiklerinden uzakta, ıssız bir dağın yamacında, cehennemin ortasında, birde artık yaralısın. Ölüm bir elinden asılıyor, yaşam diğer elinden. 

İşte ölüm kalım mücadelesi böyle bir şeydi. Ya bırakacaksın her şeyi olduğu gibi, sevdiklerini hayallerini, en sevdiğin müzikleri, en güzel yemekleri, en iyi arkadaşlarını, en güzel yerleri görmeyi, yani enlerini bırakacaksın yüzüstü orta yerde. Yada tutunacaksın, yıkılmayacaksın, ağlamayacaksın, kendini yere bırakmayacaksın, yardım beklemeyeceksin, kanın toprağa düşsede, bedenin düşmeyecek. Sevdiklerini gözünün önüne getirip yaşama direneceksin. Onların hayalleri sana ilk yardımı yapacak. Bir nefes verecekler ciğerlerine çekeceksin, bir el uzatacaklar yaşama tutunacaksın.

  

 


                                                               Pagenk Kampı (Iran Sınırı) 

 
22 kişilik ekibin yarısı yaralanmış sağlam kalanlar çatışmaya devam ediyor, sende bir mermi atmak istiyorsun ama elin tetiği ezemiyor nefes alamıyorsun. Telsizin mandalına basıp sadece arkadaşlarına beklide son sesini duyurmak için çağrı yapmak istiyorsun. Son gücünle telsizin mandalına basıp Abdullah’a, Yavuz’a seslenmek, yardım istemek sesini duyurmak, son isteğini iletmek, istiyorsun ama gücün takadım yetmiyor.

Çaresiz ya ölümü bekleyecek, yada ateş altında ilerleyip yardım ekibine ulaşacaksın. Ölmek! bu dağlarda ölmek, beklide kolayı seçmekti. Yaşamak daha zordu. Ölüm nasıl bir şeydi ki. Uyumak gibi bir şey miydi ? sadece acısız sessiz uykuya dalmak, bir daha uyanmamakmıydı ?

Pusunun içinde, ölüm bölgesinde hedeftesin. Artık gücün tükenmiş nefes alamıyorsun. Ciğerlerine temiz hava almak için her yeltenmede, yarım nefesle yaşamaya çalışıyorsun. Nefes almaya çalıştıkça, aldığın nefesini susturmak için her defasında daha çok, daha şiddetli ateş ediyorlar, nefesin kesmeye çalışıyorlardı. Roketler artık havada ve uzakta değil, hemen yanımızda patlıyordu. Kalleşler kanlı elleriyle şer namlularından, daha çok can, daha çok umut daha çok kan istercesine ateş ediyorlar aman vermemeye çalışıyorlardı. 

Kirli emelleri uğruna nice hayatları sonlandırıyorlardı. Silah seslerinin arasında ‘Gerillaya Teslim Ol’ diye bağırıyorlardı. ‘Teslim olmak’ bir askerin yaşayacağı en aşağılık duygu. Savaşta ölebilirsin, yaralanabilirsin, kayadan düşüp sakat kalabilirsin, ama asla teslim olamazsın. Türk Milleti asla teslim olmadı. Orada teslim olmak Milleti teslim etmekti. Oysa bu millet nice savaşlarda varını yoğunu ortaya koydu varolmanın savaşını verdi, ama asla teslim olmadı. 

Bizler Mustafa Kemalin askerleriydik. Çanakkale’de askerlerine verdiği emir kulaklarımızda çınlardı. Hiçbir zaman teslim olmak Türk askerinin aklından geçmez. Efeler olarak bizlerde kanının son damlasına kadar, son nefesine kadar savaşır ama asla teslim olmayız. Allah hiçbir Türk askerine teslim olma alçaklığını yaşatmasın. Şehit olabilirsin, gazi olabilirsin, hatta meçhul asker olabilirsin, ama teslim olamazsın. Her askerin yemini vardır. ‘Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada her zaman ve her yerde milletime ve Cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu, Türk Sancağı'nın şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, Cumhuriyet ve vazife uğruna seve seve hayatımı feda edeceğime namusum üzerine ant içerim.”.

Gün yemine sadık kalma günüdür. 

Bülent Astsubay yaralandığımı görünce ‘Süleyman durma hemen aşağı in, kendin gidebilir misin?’ dedi. Çare yoktu. Ya aşağı ineceksin, yada bulunduğun yerde son nefesini vereceksin. Hafifçe doğruldum, ayağa kalktım. ‘Giderim Komutanım’ dedim. Silahımı elime aldım. Ayağa doğrulurken hücum yeleğimin üst cebindeki telsiz yere düştü. Son gücümle telsizi yerden almak için yavaşça yere doğru eğildim. Biliyordum ben almazsam teröristlerin eline geçerdi. Bülent Astsubay oyalandığımı görünce azarlar gibi ‘durma, bırak telsizi düşünmeyi canını kurtar’ dedi.

Küçük bir tümseği geçersem, hemen aşağıda kayalıkların altı ateş tutmuyordu. Hüseyin ile Erol’u buraya indirmişlerdi. Ancak tümsek devamlı ateş altındaydı. Zaman zaman tümsekte roket patlıyordu. Başka çare yoktu. Tek çekilme noktası orasıydı. Her şeyi göze alarak biraz da ‘ne olacaksa artık olsun zaten yaralanmışım’ diye içimden geçirdim. Yürümeye başladım. Yürürken mermi sekmelerinin vızıltısı, merminim havada şaklaması ve topraktan çıkardığı sesleri duyuyordum. Koşmaya dermanım yoktu. Mermi yağmurundan bile kaçamıyordum.

Yamaçtan aşağıya, kayalıkların dibine indiğimde Erol’un da şehit olduğunu, artık yaşamadığını öğrendim. Sağlam olan arkadaşları taşımak için meşe ağacından sal hazırlıyorlardı. Sedat’ın kafası sarılı, Refik’in omzundan giren mermi ensesinin arkasından çıkmış, esmer olan rengi kömür karası gibi olmuş, sessiz ve endişeli gözlerle olanları gözetliyordu. Bir ara göz göze geldik. Bakışı içimi acıtmıştı. Ben mi ona acıdım, yoksa omu bana acıdı belli değildi. Bilinci açık soğukkanlı duruyordu. Arkadaşlar kolunu harp paketiyle askıya almışlardı. O da yaşamaya direniyordu. 

Tayfun Astsubay ve Murat Uzman Çavuşun gözleri nemlenmiş, artık kendilerini tutmuyorlar, ağlıyorlardı. Tayfun astsubay Tim Komutanı Murat ise unsur komutanıydı. Refikte onların timinde ve oda yaralıydı. İkisi de hem çatışmaya devam ediyorlar, hem de yaralı ve şehitlerin çekilmesine yardım ediyorlardı.

Bizim grupta herkes birbirini çok iyi tanırdı. Evli olanlar ailecek görüşüler, Ramazan aylarında sırayla bekarları iftara davet ederlerdi. Eğitim ve sporda tatlı bir rekabet olurdu. Herkes birbirinin ailesini tanırdı. Bu nedenle ayrı gayrı olmazdı. Arkadaşlar arasında yardımlaşma yapılırdı. Timler kuruluş-kadro olarak ayrı teşkilatlanmışlardı. Ancak birlik ve beraberlik ruhu en üst seviyedeydi. Zor zamanlarda, çatışmalarda yardımlaşma daha çok olurdu. Bu birlikteki arkadaşlık kardeşlikten daha öteydi. Hepsi dalında profesyonel askerlerdi. Her türlü silahı kullanmayı bilirler, patlayıcılarda çoğu uzmandı. Kolay kolay kayıp vermezlerdi. Tek kötü tarafımız bir şehit veya yaralımız olduğunda, morallerimiz çabuk bozulur, toparlanmamız zaman alırdı. 

Artık geri çekilmek için son hazırlıklar tamamlanmıştı. Yaralılara ilk müdahale yapılmıştı. Benim yaralı olduğum fazla belli değildi. Dışarıdan bakınca elim ayağım sağlam, vücudumda görünür bir kanama yoktu. Kanama içimdeydi. İçim kanıyordu. Tıpkı ülkemin durumu gibi içimden yaralıydım.

Roket atışlarından kolundan ve yüzünden yaralanan başka elemanlarda vardı. Aşağı dere yatağında arama yapan Mustafa Astsubayın timinden birkaç kişi bize doğru yaklaşmışlar, ancak yanımıza gelmelerine teröristlerin atışı izin vermiyordu. Sağlam olanlar şehitleri omuzlayarak geri çekilmeye başladılar. Kalan birkaç kişi kayalıkların tepesinde çatışmaya devam ediyorlardı. Yaralılar ve şehitler çekilince pusudan sıyrılmayı deneyeceklerdi.

Son bir hamleyle yağmur sularının oluşturduğu bir oyuktan aşağı doğru yürümeye başladım. 15 – 20 metre aşağıda, bir kayanın arkasına mevziilenmiş Mahmut’u gördüm. Yanıma gelmesine izin vermiyorlar, aramızdaki mesafeyi ateş altında tutuyorlardı. Mahmut ‘Komutanım bana doğru gelin, ben size yardıma geldim’ dedi. Artık bir yardım elini görmüş yaşama umudum biraz artmıştı. Ama yürümeye mecalim kalmamıştı. Yavaş hareketlerle mermi ve roket yağmurunun altında 20 metre yürüyecektim. 

Koşamazdım göğsümdeki ağrı çoğalmış ve göğüs kafesime baskı artmıştı. Son bir hamleyle yürümeye başladım. Yürürken sağıma soluma mermiler düşüyor, ama bana isabet etmiyordu. Havada patlayan roket mermileri kulaklarımızı sağır edercesine şiddetli patlıyordu. Hem mermi yağmuru hem de roket yağmuru vardı. Bu yağmurda ne kadar az ıslanırsan yaşama şansın o kadar artacaktı. Ama bir kere ıslandıktan sonra yağmur ne kadar çok yağsa da seni fazla ıslatmıyordu. Belki de ıslak yaşamaya alışıyordun. 

Mahmut’a doğru 3-5 metre kala, ikimizin ortasına bir roket mermisi havada süzülerek ve ıslık çalarak toprağa saplandı. Roketin ucu toprağa gömüldü, patlamadı. Eğer bu roket mermisi patlasaydı hem Mahmut’un hem de benim yaşama şansım olamayacaktı. Takdiri ilahi adalet, roketin patlamasını engellemişti. Mahmut’la göz göze geldim. ‘Komutanım ha gayret’ dedi. Kendimi yere bıraktım yuvarlanarak Mahmut’un bulunduğu yere düştüm. Adımımı atamıyordum son gücümü yuvarlanarak harcamıştım. Artık nefesimde bitmek üzereydi.

Mahmut hemen hücum yeleğimin fermuarını açtı. Hücum yeleğinden bir harp paketi çıkardı. Nereden yaralandığımı sordu. Bende elimle kanlı tişörtü gösterdim. Tişörtü sıyırdı harp paketini göğsüme doladı, sağ yanıma sıkıca bağladı. Ben yarayı merak ediyordum. ‘Mahmut çok mu’ dedim. ‘Komutanım bir şey, yok sadece küçük bir delik var’ dedi. Beni kandırdığını, moralimin bozulmaması için böyle konuştuğunu düşünüyordum. Mahmut’a şehitlerin çekilip çekilmediğini sordum. Mahmut ‘Onlar çekildi komutanım biz kaldık’ dedi. 

Benim silahımı omzuna astı bir eline kendi silahını aldı. Hafifçe eğilerek beni sırtına almaya çalıştı. Ancak göğsümdeki acıdan eğilemiyordum. Sırtladığında nefes alamadım. Mahmut’a ‘silahımı sen tut yürü, ben senin omzundan tutunarak yürürüm’ dedim. Bir su yolundan Mahmut yavaş yavaş inmeye başladı. Bende omzuna tutunarak yürüyordum. Bazen ağırlığımı Mahmut’un sırtına verip ayaklarımı sürüyordum. Bazen de sadece tutunarak gücüm yettiğince yürümeye çalışıyordum.

Artık zirveden aşağıya inmiş, ormanlık bir alanda, ateş tutmayan ve doğu batı hattında uzanan bir dere yatağındaydık. Burada yardıma gelen C timlerinin elemanları ve Sıhhiye ekibi vardı. Mahmut’a beni bırakmasını geri giderek diğer yaralıları çekmesini söyledim. 

Sıhhiye Uzman arkadaş yarama baktı ve bir iğne yaptı. Kendisine yaramın durumunu sordum. Bana ‘Önemli bir şey yok komutanım’ dedi. Arakasından grup doktoruna telsizle çağrı yaptı. Acil olarak bulunduğumuz yere gelmesini ve ağır yaralıların olduğunu söyledi. Ağır yaralıydım. 

Bu ana kadar ne olduğunu fazla bilmiyordum. Sıhhiyenin telaşlı şekilde doktora ‘ağır yaralı var’ demesi tedirginliğimi ve yaşama umudumu kırmıştı. Yanımdakiler belki de son gördüğüm insanlar, son gördüğüm ağaçlar, son gördüğüm topraklar, son gördüğüm kayalar olacaklardı. Duyduklarımdan sonra yaşama umudum biraz daha azalmış artık kendimi düşünemiyordum. İşte hayatın sonu dedim. Aslında böyle bir durumda insan ne düşünür bilemiyordum. Ama ben geride kalan annemi, kardeşimi ve sevdiğimi, nişanlımı düşünüyordum. Onların acısını görüyordum ağlamalarını görüyordum. Ölüm haberimi duyduklarında ağlamalarını görüyordum. Arkadaşlarımın üzüntüsünü görüyordum ama kendimi göremiyordum. 

Hayalimde cenaze törenim canlanıyordu. Annem ağlıyordu, yıkılmıştı komşular koluna girmiş ayakta tutmaya çalışıyorlardı. Kardeşim ve arkadaşlarım tabutumu taşıyorlardı. Cenazemi Yavuzla, Abdullah getirmişti memleketime. Arkadaşlarım olayın nasıl olduğunu soruyorlardı. 


Arkamdan ‘şehitler ölmez vatan bölünmez’ diye bağıran koca bir kalabalık vardı. Mavi beremi tabutumun üstüne koymuşlardı. Mezarım kazılmıştı. Mezarımın başına koca bir bayrak asılmış dalgalanıyordu. Ne kadar çok sevenim varmış diye düşündüm bir an.

Bekir dere yatağından koşarak yardıma gelmişti. Yanıma geldi ‘Komutanım buraya helikopter inmez. İleride düz bir alan var, orada C Timleri emniyet aldı. Oraya kadar sizi çekeceğim’ dedi. Dere yatağında Bekir önde, ben onun umuzuna tutunarak 300-400 metre kadar yürüdük. 

Hafif bir sırtı aşıp arkadaki düzlüğe varmamız gerekiyordu. Kayaların arkasına mevzilenmiş C Timi elemanları bizim yaklaşmamızı bekliyorlardı. Sırtı aşarken tekrar açık bir alanda ateşe maruz kaldık. Bekir bir kayanın arkasına mevzilendi. Ben açıkta kalmıştım. Son bir hamleyle küçük V şeklinde bir kayanın arkasına kafamı ve gövdemi gizledim. Ayaklarım açıkta kalmıştı. Ayaktan yaralanmayı göze almıştım. 

Bizim ateş altında olduğumuzu gören Timler Teröristlerin bulunduğu tepelere ateş etmeye başlayınca, son bir hamle ile ayağa kalkarak hızlı bir şekilde sırtı aştık. Sırtın arkasında bizi bekleyen diğer timler hemen yardıma koştular. Beni bir kayanın dibine uzattılar. İlker Astsubay tecrübeliydi. Yarama baktı. Başka yerde yaram olup olmadığını kontrol etti. 

Susamıştım ve ağzım dilim kurumuştu. Yakınımdakilerden bir yudum su istedim. İlker Astsubayın Timinde Unsur Komutanı ve devrem Mete su vermek istedi. İlker Astsubay ‘sakın su vermeyin iç kanama olabilir’ dedi. Mete yanıma oturdu acıyarak bakıyordu. Bir sigara yaktı bir yudum çekti. Benimde sigara içebileceğimi düşündü. Çekinerek uzattı. Nefes alamıyordum. Aslında sigara içmek isterdim fakat nefes alamadığım için teklifini geri çevirdim. 

Diyarbakır’dan Uzundere’ye kadar Bölük komutanının habercisi ile aynı araçta yolculuk etmiştik. Haberci Trabzonlu tam bir Karadeniz uşağıydı. Hakkari’nin sarp dağlarını görünce ‘Komutanım hamsi gibi tavaya oturduk. Kaçmak istesek kaçamayız da’ diyerek espri yapmıştı. Benim o halimi görünce ağlıyordu. Yanıma geldi gözleri yaşardı. ‘Komutanım sizde mi yaralısınız’ dedi. En çok o askerin bana bakışı etkilemişti. Cevap veremedim sadece kafamı sallayabildim.

Havada helikopter sesleri duyuluyordu. Kafamı kaldırıp havaya bakamıyordum. Sadece yakından uçtukları anlaşılıyordu. İlker astsubay telsizle irtibat kurmuş bulunduğumuz yeri tarif ediyordu. Aynı zamanda dağ silsilesine fazla yaklaşmamaları konusunda uyarı yapıyor, teröristlerin bulunduğu tepeleri pilotlara tarif ederek, pilotların muhtemel terörist atışlarından etkilenmemesi için çaba sarf ediyordu. Birkaç dakika sonra Helikopterler bulunduğumuz yere doğru yönelince, bir arkadaş kırmızı sis yakarak helikoptere yerimizi işaret etti. 

Helikopterin inmesine mümkün yoktu. Bulunduğumuz yer hem çalılık hem de kayalık bir çukurluktan oluşuyordu. Belli bir mesafede alçalabilirler ve teker koymadan, havada kalarak yardım edebilirlerdi. Helikopter birkaç denemeden sonra havada askıda kaldı. Teknisyen astsubay yan taraftaki pencereyi açarak geriye bakıyor, helikopterin kuyruk kısmı ve pervanelerinin bir ağaca veya kayaya çarpmaması uğraşıyordu. 

Yere 2,5 - 3 metre kala helikopterin sürgülü kapısı açıldı. Bir kişi aşağı doğru bakıyor, eliyle gel gel işareti yapıyordu. Koluma giren iki kişi beni kaldırarak, helikopterin altına doğru götürüyorlardı. Helikopterin rüzgarından oluşan toz ve rüzgar bulutu arasında, yukarıdan uzanan eller, aşağıdan yukarı uzanan ellerden zor da olsa beni helikoptere çektiler.

Anlaşılan Helikopter önce dere yatağından şehitleri ve yaralıları almış, daha sonra benim bulunduğum yere gelmişti. Helikopterin içerisinde Şehitlerimiz Hüseyin ile Erol, meşe ağacından yapılan sallara uzanmış yatıyorlardı. Hüseyin’in bedeninden akan kan helikopterin içine yavaş yavaş akıyordu. Manzara karşısında Pilotlar, teknisyen astsubay ve ilk yardım amacıyla helikopterin içerisinde bulunan sağlıkçı başçavuş kendilerini tutamıyorlar, ağlıyorlardı. Helikopter yerden yükselmiş K.Irak torakları üzerinden uçarak Şirnak istikametine yönelmişti. 

Cam kenarında bir kol bulmuş sıkı sıkı kavramıştım. Uykum geliyordu. Uyumamak için üzerinden geçtiğimiz Irak köylerine seyrediyordum. Bazen bir köyün üzerinden, bazende bir karayolunun üzerinden geçiyorduk. Köyün üzerinden geçerken köy çocukları el sallıyorlardı. Helikopter yaklaşık 45 dakika veya bir saate yakın bir süre Irak toprakları üzerinde uçtuktan sonra tekrar dağlara doğru yöneldi. Bir vadiden geçerken, vadinin zirvesinde mevzilerden askerler bize el sallıyorlardı. Mevzilere dikilmiş Türk Bayrağı dalgalanıyordu. Muhtemelen sınırdan geçiyor, Türk topraklarına giriyorduk. Cudi dağı üzerinden geçiyorduk. Dağın zirvesinde boş köyler vardı. Cudi dağını güney kuzey hattında ilerlerken zirvenin bitiminde derin bir vadiden sonra bir yamaçta şehir görünmüştü. Burası Şırnak’tı

  

 

 

 DEVAMINI OKU

 

YERYÜZÜNDE YER BEĞEN, NEREYE DİKİLMEK İSTERSEN ORAYA DİKEYİM  
   
BUYUR BURDAN YAK  
 
 
47139 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol