SINIRBOZAN
MEVZUBAHİS VATANSA GERİSİ TEFERRUATTIR  
  ANASAYFA
  ATATÜRK
  GİDİLEMEYEN TOPRAKLAR -1-
  GİDİLEMEYEN TOPRAKLAR -2-
  GİDİLEMEYEN TOPRAKLAR -3-
  GİDİLEMEYEN TOPRAKLAR -4-
  BERİVAN
  ŞEHİT UZM.J.ÇVŞ. İBRAHİM ARMUT
  GAZİ ALBAY TAHİR ÇEBİ
  TÜRK SANCAĞI
  ŞEHİTLERİMİZ
  RESİMLER
  KİMİN İDAMI
  YILANIN KUYRUĞU
  ORADAYDIM
  ŞEHİT BABASI
  Sayaç
  ANKET
  ZİYARETÇİ DEFTERİ
  İletişim
  ILGIN ŞEHİT HÜSEYİN AKSOY LİSESİ
  DİYARBAKIR
  UYDUDAN
  KARADAĞLI
  SU HAYATTIR, HAYATTA SU.
GİDİLEMEYEN TOPRAKLAR -4-

 


 

 

                        GİDİLEMEYEN TOPRAKLAR -4-                        

               ''DÜNYADA ÖLÜMDEN BAŞKASI YALAN''




Şirnak şehrini görününce tekrar kendimi toparladım, üzerime çöken uyku mahmurluğunu dağıtmaya çalıştım. Hafiften vücudumu kıpırdattım. İçimde hafif bir umut oluştu. Yaşamak için en azından direnmek lazımdı. Direniyordum ama her geçen zamanda direncim zayıflıyordu. Hareketlerim yavaşlamış, sadece gözlerimle etrafı izliyordum. Şuurum açık kendimdeydim. Şırnak şehrine havadan yaklaştıkça direncim zayıflıyordu. İnsanın içini tuhaf bir duygu kaplıyor. Şırnak’a ulaşmanın sevinci bir tarafta, ölüme yaklaşmanın tedirginliği diğer tarafta. Her şeye rağmen Şırnak’ı son kez de olsa görmek insanı sevindiriyordu. Zaman akıyor durdurmanın imkanı yoktu. Elimde olsa zamanı durdurmak isterdim ama hiçbir savaş, hiçbir lider zamanı ne durdurabildi, nede geri getirebildi.

Şirnak’taki Sınır Tümeninin, Helikopter pistine iniş için yaklaşınca, cankurtaranların pistte bizi beklediğini gördüm. Helikopter piste tekerin koyduktan sonra kapılar açıldı. Cankurtaranın yanında bulunan askerler sedyelerle koşarak yanımıza geldiler. Sedyeye bindirdikleri yaralıyı alıp araca bindiriyorlar, hızla revire götürüyorlardı. Ben yavaş yavaş hareket ediyordum. Ağır hareketlerle helikopterden aşağıya indim. Bir sedye ile yardım ekibi yanıma geldi. Sedyeye bindirmek istediler ancak karnımdaki ağrı nedeniyle artık eğilemiyordum. Askerlerin omzuna tutunarak son cankurtarana bindim.



Cankurtaran hızla revirin önüne yanaştı. Yine ağır hareketlerle yürüyerek acil servise girdim. Bir sedyeye uzattılar, bir asker botlarımı çıkarırken hemşire yaramı temizliyordu. Bir kişide adımı ve hangi birlikten olduğumu sordu. Hepsine cevap verdim. Doktor önce şehitleri muayene etti ve yaşamadıklarını görünce şehit merkezine indirilmelerini söyledi.




Şehit merkezinde şehitlerin son hazırlıkları yapılır, tabutlar hazırlanır, bayrağa sarılan tabutları önce helikopterle Diyarbakır’a, oradan da uçakla veya Cankurtaranla memleketlerine gönderilirdi.

Doktor yarama baktı göğsümden bir film çekilmesini istedi. Yine ağır hareketlerle yürüyerek film çekme odasına götürüldüm. Birkaç dakika içinde çekilen film geldi. Doktor filme baktı ve ‘hiçbir şey yok, bundan daha kötülerini gördüm’ dedi. Oysa ben nefes alamıyor uyumamak için kendimi zor tutuyordum. Göğüs kafesimdeki baskı ve ağrı artmıştı. Nabzımı ölçen hemşireye zorlada olsa ‘artık nefes alamıyorum göğsüm acıyor’ dedim.

Hemşire bu arada başka yaralılarla ilgilenen doktorun yanına giderek beni işaret etti ve ‘bu yaralı nefes alamadığını ve göğsünün acıdığını söylüyor’ dedi. Doktor yanıma geldi karın boşluğuma bastırdı acıyordu. Yüzümü buruşturdum ‘acıyor’ dedim. Doktor bu halimi görünce ‘bunun tehlikeli bir durumu yok canı çok tatlı ama yine batumu açın bir bakalım’ dedi. Bundan sonra bir iğne yaptılar ve karnımın sağ alt tarafına ilaç sürdüler. Bir kişi elindeki neşterle karnımda 5 cm bir delik açtı. Doktor başıma dikilmiş bana bakıyordu. Evet canım tatlıydı, hem de çok tatlıydı ama hiç acı hissetmiyordum. Bedenimi neşterle yarıyorlardı. Neşterle kesilen yer kanadı ama hiç acı hissetmiyor, olanları seyrediyordum. Bir anda doktorun yüz ifadesi değişti onaylar gibi kafasını salladı yanındakilere ‘hemen ameliyathaneye alın’ diyerek emir verdi.

Ya kurtuluyordum, yada artık son anlarımı yaşıyordum. Kurtulduğuma sevinmeye çalışıyordum, sevinemiyor, endişeleniyordum. Artık dermanım kalmamış kendimi onların eline teslim ediyordum. Acısa da yaralarım sesimi çıkarmadan usluca bekliyordum.

Üzerimdeki elbiseleri çıkardılar. Bulunduğum sedyeden başka bir sedyeye taşıdılar ve üzerime mavi bir çarşaf örttüler. Koşar vaziyette ameliyathaneye götürdüler. Burada da sedyeden başka bir yatağa taşıdılar. Her şeyi hatırlıyordum. Yattığım yerde tepemdeki yuvarlak lambaların yandığını ve karnıma ilaç sürüldüğünü gördüm. Son hatırladığım şey ise bir kişinin burnuma siyah plastik bir şey uzatarak ‘seni artık uyutacağız’ demesiydi. Bu sözlerin arkasından bir neşterle göğüs kafesimin altından karın boşluğuma doğru kesildiğini gördüm. Bundan sonrasını hatırlamıyorum uyutulmuştum.


Şirnak’taki revir büyük operasyonlarda, Diyarbakır Asker Hastanesinden ve Ankara Gülhane Tıp Akademisinden gelen doktor ve hemşirelerle takviye edilir her türlü tıbbı müdahaleye hazır edilirdi.

Tam olarak ne kadar uyuduğumu hatırlamıyordum. Uyanmıştım uyandığım yer kalabalıktı ve üşüyordum. Uyandığımı gören hemşire yanıma geldi üşüdüğümü söyledim. Narkozun etkisinden olduğunu biraz sonra geçeceğini söyledi. Üzerime birkaç battaniye örttüler. Titremem geçmemişti.

Doktora haber verdiler, oda geldi bana hangi birlikten olduğumu sordu. Sorduğu sorulara cevap verdikten sonra ‘bana ne yaptınız’ dedim. O da başarılı bir ameliyat geçirdiğimi birkaç gün içinde Diyarbakır’a gönderileceğimi söyledi. Susamıştım dilim damağım kurumuştu, su istedim. Doktor, ‘şimdi olmaz’ dedi. Birkaç gün serum ile yaşayacağımı, eğer enfeksiyon kapmaz isem bir hafta içinde normal gıda alabileceğimi söyledi. Ama ben ısrar ettim ‘susuyorum lütfen bir bardak su verin’ dedim. Doktor hemşireye bir bezi ıslatarak dudaklarıma koymasını istedi. Hemşire bez parçalarını bardağın içine batırıp ıslattı. Dudaklarımın üzerine bıraktı. Hemen dudaklarımdaki bezi ağzıma alarak suyunu emdim. Hemşireden tekrar vermesini istedim. Hemşire bu durumun zararlı olacağını şimdilik serumla su ve gıda ihtiyacımın karşılanacağını, birkaç dakika içinde serumun etkisiyle susuzluğumun geçeceğini söyledi. Ama ben ısrar edince birkaç defa daha bezi ıslatarak dudaklarıma bıraktı.

Sağ kolumdan kan, sol kolumdan serum veriliyordu. Karın boşluğumdan bir hortum, idrar yollarımda bir hortum dışarıda bir torbaya bağlıydı. Kollarımdan öylece yatağa bağlıydım. Göğüs kafesim komple sarılıydı.

Bulunduğum yer Yoğun bakım servisiydi. 60-70 yaşında bir amca dudak kanserinden ameliyat olmuş, bir korucu eşi doğum yapacağı için yoğun bakıma yatırılmış, bir askerin ayağının teki diz altından kesilmiş, bir astsubayın topuk altından kesilmiş, birkaç korucu ve yaralı bir peşmerge ile birlikte yaklaşık, 10-12 kişi yatıyorduk yoğun bakımda. Geceleri doğum yapacak olan kadın sancıdan ‘oy oy’ diye bağırıyor uyuyamıyorduk.



Operasyon bölgesinden yeni yaralılar gelince bir koşturmaca başlıyor, durumu ağır olanlar yoğun bakıma alınıyordu. Biraz iyileşenler servise odalara alınıyordu. Benimle beraber gelen yaralıların durumları biraz daha iyi oldukları için yoğun bakıma alınmamışlar normal servise yatırılmışlardı. İlk helikopter faaliyetinde Diyarbakır’a sevk edileceklerini yanıma geçmiş olsuna gelen arkadaşlardan öğrenmiştim.

Hemşireler devamlı servise gelerek, serumları ve kan durumunu kontrol ediyorlar, biten serum ve kanı değiştiriyorlardı. 15 dakikada bir nabzımı ve tansiyonumu ölçüyorlardı. Gece nöbet değişimi olduğunda her nöbetçi hemşire aynı işlemleri tekrarlıyorlardı.

Özellikle geceleri başımızda nöbet tutan hastabakıcı asker gecenin ilerleyen saatlerde kasetçalarda müzik dinlerdi. Kasetçalarda, ince sesli bir hanımın dudaklarının arasından ‘Dünyada Ölümden Başkası Yalan’ şarkısı, sanki bize ninni söylerdi. Şarkının sözleri yaşadığımız ortama ne kadar uygundu. Dünyada her şey yalan, ölüm gerçekti. Ve biz bu gerçeğe daha yakın duruyorduk. Şarkının hüzünlü nağmelerinde uzaklara dalar giderdim. Hüzünlenirdim ve boğazım kururdu. Yoğun bakım servisinde ‘dünyada ölümden başkası yalan’ şarkısını dinlemekte nasip olmuştu. Beklide hasta bakıcı asker bilmeden bizlere yaşama terapisi yapıyordu. Yada yalanla gerçeği bize anlatmaya çalışıyordu. Bütün bunlar hayat denen kısa filmin, film müziği gibiydi.

Operasyon bitmişti. Ertesi gün birliğimizden bir şehit haberi daha geldi. Silahlı temas gece boyunca devam etmiş, araziden ayrıldığımız gece peşmergelere roketle saldırmışlar, çekilme esnasında açılan ateşte Hilmi ERBAY’da şehit olmuştu. Tuncer Teğmen şehitle beraber gelmiş bana geçmiş olsun diyordu. Birliğin durumunu sordum Silopi’ye çekildiklerini söylemişti. Hilmi’yi sordum, şehit olduğunu saklamaya çalıştı sonra benim bildiğimi görünce gözyaşlarını tutamadı.

Sakallıydım, peşmergeden farksızdım. Bir an önce sakal tıraşı olmak istiyordum. Revirde görevli Psikolog bayan üsteğmen moral vermek için bizlerin yanına geliyor, bir ihtiyacımız olup olmadığını soruyordu. Ona sakal tıraşı olmak istediğimi söyledim. Amacım hem tıraş olmak hem de aynada yüzümü görmekti. Yoğun bakımda tıraş olamayacağımı, servise çıktığımda ilk işinin bir berber getirtmek olduğunu söyledi.

Dönemin Ohal valisi ve birkaç heyet gelerek geçmiş olsun dileklerinde bulundular. Doktor gelen heyetlere brifing veriyor. Benimde hayati tehlikemin devam ettiğini söylüyordu.

On gün Şirnak revirinde yattım. Önce kan vermeyi daha sonra serum vermeyi kestiler. Doktor birkaç gün sonra dalağımın parçalandığını ve iç kanama nedeniyle ameliyat ettiğini söyledi. İlk sorduğum soru ‘Top oynayabilecek miyim’ olmuştu. Doktorda 20 gün sonra normal hayatıma dönebileceğimi söyledi. İnanmamıştım. Birkaç gün sonra çorba içmeye başladım. 10 günün sonunda karnımdaki dikişler alındı yavaş yavaş yürümeye başladım.

Annemin haberi yoktu. Operasyona giderken arazide olacağımızı söylemez, bir karakolda bekleyeceğimizi, karakolun telefonunun olmadığını görevden dönünce arayacağımı söylerdim. Devrem Yavuz’la telefonla konuştuk. Ona ‘sakın aileme haber verme ben iyileşince kendim ararım’ dedim. Yavuz birkaç gün sonra tekrar aradı ‘devrem birlikten mektup yazıldı. İstersen mektup ellerine ulaşmadan sen kendin ara’ dedi. Telefon etmek için üst kata çıktım annemi aradım. Durumu anlattım merak etmemesini yollara düşmemesini ve haftaya kendimin geleceğini söyledim.

On gün sonra Diyarbakır’a sevk edildim. Burada yatmama gerek olmadığını söylediler. 45 gün hava değişimi verdiler. Hava değişiminde, Konya’nın Ilgında ilçesinde yaşayan Hüseyin Astsubayın ailesini ve mezarını ziyaret ettim. Annesi felç geçirmişti. Beni görünce boynuma sarılıp ağladı. Babası Akşehir’e bir iş için gitmiş. Onun gelmesini bekledim.

Üç oğlu da asker olan bir babaydı. Oğlunun biri şehit olmuş, biri aynı ilde görev yapıyordu. En küçüğü de Uzman Jandarma Okulunda öğrenciydi. Üç aslan babası en küçük oğlunu Askeri okuldan alacağını söylüyordu. Şaşkındı acısı hala yüreğindeydi ‘ben şimdi ne yapacağım diyordu. Hüseyin’i yeni evlendirmişti. ‘bir haftalık gelinim var’ diyordu. Sözler artık kafi gelmiyordu ne denebilirdi ki. Hüseyin’le geçen son 23 günümüzü anlattım. yaşadıklarımızı, gördüklerimizi, doya doya anlattım. Evlatlarını kendilerine anlattım. Artık kendi acımı unutmuş onları teselli etmiştim.

Hüseyin’in babası küçük oğlanı ikna edememiş, oda Uzman Jandarma Okulundan mezun olduktan sonra Güneydoğu dağlarında görev yaptı. Daha sonra girdiği sınavı kazandı ve astsubaylığa terfi etti.



Ben 10 yıla yakın devlet hizmetinden sonra emekli oldum. Halen Anadolu’da bir kıyı şehrinde yaşıyorum.

Bütün bunları neden yazdım. Bazen bana soruyorlar ‘Güneydoğu sendromu var mı?’ diye. Evet var. Bu öyle bir durum ki televizyonda birkaç saniye izlediğiniz şehit haberlerini ve atılan ‘şehitler ölmez vatan bölünmez’ nutuklarını sizler unutabilirsiniz ama ben unutamıyorum.

Bu işleri para için yaptığımızı söylerler, her şeye para gözüyle bakan insanlar. Vatan sevgisinin değerini parayla ölçenler. Onlara gidilemeyen topraklara gitmelerini tavsiye derim. Hakkari de bu vatanın toprağı değilmi? O halde Çukurca Uzundere’ye gidebilirler mi? veya Hakantepeye? yada Pirinçeken’e gidebilirler mi? Buralarda bu ülkenin sınırları içinde değil mi? Bodrum’a Gümbet’e, gidenler, Türkbükün’e gidenler, Kaş’a Kalkan’a gidenler, Belek’e Alanya’ya gidenlere tavsiyemdir. Birde gidilemeyen topraklara gitmeyi denesinler. Onlar gidemezse de, canı pahasına oralara gidenler var. Merak etmeyin…

Her karış toprağı şehit kanıyla sulanmış bu vatanın her köyünde, bir şehit mezarı olduğunu unutamıyorum. Bu mezar, Şemdinli’nin Yeşilova köyündeki korucu mezarı da olabilir, Tekirdağ ili Malkara ilçesindeki şehit veya Konya’nın Bozkır ilçesi Sorkun köyündeki bir şehit mezarıda olabilir.

Eğer bir mezarlığın yanından geçersem, baş ucunda dalgalanan Albayrağa bakarım. Bir mezar görürsem gidiyorum yanına, mezar taşına bakıyorum, nerede şehit olduğuna bakıyorum. Genelde tanıdık, bildik yerlerdi buralar. Tunceli, Diyarbakır, Hakkari, Bingöl, Şırnak, Siirt, Van, Mardin, yada K.Irak dağlarıdır. Ya bir mayına basmışlardır, ya da karakolları basılmıştır. Belkide kalleş bir pusunun ortasında kalmışlardır. Ya arkadaşlarını kurtarmışlardır, yada vatanı. Onların yaşı 20-23-24-25…….. devam eder. Hepinizin yaşadığı yaşlardır. Hayata sıkı bağlı olduğunuz yaşlar. İlk aşkı tattığınız yaşlar. İlk sevdaya vardığınız yaşlardır. Oysa onların tek sevdası vardı oda vatan ve millet sevdası. Sevdaların en büyüğü. Uğrunda ölünecek sevda…

Sizler her bayram Edirnekapı’daki şehitlikte yavrusunun mezarına kapanmış ağlayan anaların gözüne bakabiliyor musunuz? Onların yanına gidip gözlerinin içine bakarak ‘dinsin göz yaşın anacığım bak, bende senin evladınım’ diyebiliyor musunuz? Veya kaçınız dediniz.

Şehit analarının gözünde onlar biricik yavrulardır. Onlar gelecektir umuttur, yaşamdır, sevdadır. Evlatları için kurdukları hayalleri vardı. Onları evlendirecekler, yuva kuracaklardı.

Metroda Gaziler için ayrılan beyaz koltuklara kaçınız oturmadınız. Boşta olsa gidip oturmadınız. 20 dakika ayakta durmaya kaçınız dayanıyorsunuz. Ben oturamıyorum. O koltukta oturup, kulağında kulaklıkta radyo dinleyen yeni yetme zıpçıktılara bakıyorum. Onlara acıyorum. Aslında onların suçu yok bu ülkenin gerçekleri onlara öğretilmedi veya bilmiyorlar, bilenlerde öğretmedi.


Hiçbir insan evladının ölmesini veya sakat kalmasını istemez. Hangi ana baba evladının kör olmasını ister, hangi ana baba evladının bir ayağının olmamasını ister. Siz istermisiniz mesela. Şu anda ana okuluna giden biricik yavrunuzun, veya yeğeninizin, yada kardeşinizin, sevdiğinizin, nişanlınızın, eşinizin sakat kalmasını, hayatın baharında hayallerini, sevdiklerini, eşini yavrusunu tüm sevdiklerini geride bırakıp ebedi yolcululuğa çıkmasını istermisiniz. Eğer istemiyorsanız lütfen şehit analarına ve gazilerimize biraz daha duyarlı olalım. Sadece biraz daha ilgi başka bir şey değil. Unutmayın ayakkabı koleksiyonu yapan bilmem ne manken kızımız, eğer onlar olmasaydı o ayakkabıları alamazlardı.

Hayatlarının en güzel çağında bu vatanı korumak için gözünü kırpmadan ateşe atılan, kolunu bir dağda, ayaklarını bir tepede sizler için feda eden bu insanlara, onların mezarlarına, geride kalanlarına, hatıralarına saygılı olalım.

Şimdi birileri çıkıp Cumartesi Anneleri de var diyecektir. Bize göre tüm analar kutsaldır. Ancak, biz seçimimizi Şehit annelerinden, gazi annelerinden, asker annelerinden yana yaptık. Bizim analarımız şehit analarıdır. Dün Çanakkale’ye oğlunun eline kına yakıp gönderen analardır, Kıbrıs şehitlerinin, Kore şehitlerinin analarıdır bizim analarımız. Askere giderken gururla askere gönderen analardır. Oğlunun arkasından selam duran analardır, her şeye rağmen Vatan Sağ olsun diyebilen analardır.

Oğlunun eli kanlı bir terörist olmasına, bebek katili olmasına, kundaktaki bebeğe kurşun sıkmasına, okulları yakmasına, masum insanları katletmesine, öğretmenleri katletmesine, köyleri yakmasına, çarşılardaki insanların diri diri yakmasına, dağların mayınlanmasına ses çıkarmayan analar, bizim analarımız değildir.

İşte bu nedenle tüm şehit analarının ve asker analarının önünde saygıyla eğiliyorum. Sağ olsunlar varolsunlar. Bu vatan onlara minnettardır.







 

Kahramanlık

Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir, 
Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir. 
Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir; 
Kahramanlık; saldırıp bir daha dönmemektir. 

Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından 
Koşar adım gitmeli onların arkasından. 
Kahramanlık; içerek acı ölüm tasından 
İleriye atılmak ve sonra dönmemektir. 

Yırtıcılar az yaşar… Uzun sürmez doğanlık… 
Her ışığın ardında gizlidir bir karanlık. 
Adsız sansız olsa da, en büyük kahramanlık; 
Göz kırpmadan saldırıp bir daha dönmemektir. 

Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir, 
Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir. 
Bunun için ölüme bir atılış gerekir. 
Atıldıktan sonra bir daha dönmemektir…








YERYÜZÜNDE YER BEĞEN, NEREYE DİKİLMEK İSTERSEN ORAYA DİKEYİM  
   
BUYUR BURDAN YAK  
 
 
47139 ziyaretçi
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol